TÜRK DÜNYASI'NIN YERİ
http://devlet.tr.gg/Turk-dunyasinin-yeri.htm
Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesi ile başlayan ve Ağustos 1991 darbesinden bir az sonra Yeltsin, Kravçuk ve Şuşkeviç’in imzaladıkları bir bildiri ile sona eren süreç içerisinde resmen dağılan Sovyetler Birliği, Türk diplomasi hayatına yeni bir takım terimlerin de girmesine sebep oldu. Bu terimlerden birisi, TÜRK DÜNYASI terimidir. Türk Dünyası neresidir? Bu bölgede hangi bağımsız, hangi otonom devletler vardır? Hangi halklar bölgede yaşamaktadır?
Türk Dünyası “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” olan bölge midir? Dikkat edilirse bu ifadede bölge izafi olarak belirtilmesine rağmen, muallakta kalmaktadır. Coğrafi bir sınır çizilmemiştir. Türk halkları Asamblesi Başkanı Vyeçislav Timoteyev’e göre de “Türklerle meskun olan bölgeler, Doğu ve Batı Sibirya, Eski Türkistan, Kafkasya, Türkiye, Kuzey Irak, İran, Avrupa, Amerika ve Avustralya’da Türkler’in yaşadığı bölgeler TÜRK DÜNYASI’dır”. Prof. Dr. Turan Yazgan Hoca’ya göre “Türkiye, Kafkasya, İran Azerbaycanı, Kadim Türkistan, Afganistan, Doğu ve Batı Sibirya TÜRK DÜNYASI’dır”.
Aslında TÜRK DÜNYASI bir Kızıl Elmadır. Yani, Ömer Seyfettin’in meşhur hikayesinde ifadesini bulan “Türk Hakanı’nın atının gidebildiği yerdir.” Bugün sınırları çizilebilse de, yarın bu sınırların değişmeyeceğini kimse temin edemez. Mesele, Kızıl Elma idealinin gönüllerde yaşatılmasıdır. Bugün gerçekçi olarak düşünürsek; kadim Türkistan, doğu ve batı Sibirya, Türkiye, İran Azerbaycanı, Kuzey Irak’ı sınırları içine alan bölge, Türk siyasi terminolojisinde ”TÜRK DÜNYASI” olarak anılmaktadır. Bu bölge içerisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere yedi bağımsız, Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Hakasya, Tuva, Sakaeli ve Doğu Türkistan olmak üzere yedi otonom cumhuriyet bulunmaktadır. Bölgede, büyük Türk ağacının dalları olan; Azeriler, Özbekler, Tatarlar, Çuvaşlar, Kazaklar, Kırgızlar, Uygurlar, Karakalpaklar, Balkarlar, Türkmenler, Nogaylar, Altaylar, Hakaslar, Sakalar, Tuvalar, Teleütler, Şorlar, Karaimler, Dolganlar ve Türkiye Türkleri yaşamaktadır. Bölgede azınlık olarak, Ruslar, Ukrainler, Çerkezler, Osiyetler, Almanlar, Çinliler bulunmaktadır. Kadim Türkistan, Türkiye, Güney Azerbaycan ve Kafkasya, Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerdir. Buralarda 130 milyon Türk yaşamaktadır. Diğer bölgelerde 20-25 milyon civarında Türk vardır. Bölgede Türk Dili’nin çeşitli şiveleri konuşulmaktadır. Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi, Türkiye Türkçesine en yakın dillerdir. Karakalpakistan ve Harezim bölgesinde konuşulan şive de Türkiye Türkçesine yakın dillerdir. Dinleri genelde Müslüman olmakla birlikte, Hristiyan, Budist ve Şamanist olanlar da vardır. Örf, adet ve geleneklerinde ortak özellikler çok fazladır.
Bölgenin dışında, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Moldovya ve Ukrayna’da azınlık olarak ABD, Avrupa ve Avustralya’da işçi veya akademisyen olarak yaşayan milyonlarca Türk bulunmaktadır.
TÜRK DÜNYASI'NIN ÖNEMİ
Türk Dünyası dediğimiz bölge, ekonomik ve stratejik açıdan, bütün dünyanın ilgisini çekebilecek derecede büyük bir önem arzetmektedir. 1989 yılından itibaren, bölgeyle ilgilenen gelişmiş ülkeler, bilhassa ABD, İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya, Güney Kore, İsrail, Türkiye, İran bölgenin ekonomik ihtiyaçları ve stratejik zenginliklerinden pay kapmak istemektedirler. Biz, Orta Asya’yı TÜRK DÜNYASI’nın bir parçası olarak görmekteyiz. Diğer parçalara da şöyle bir bakarsak; bölge yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından oldukça zengindir. Azerbeyacan petrol rezervlerinin 510 milyon ton, Tataristan’ın 450 milyon ton, Kazakistan’ın 1.500 milyon ton, Tümen bölgesinin 750 milyon ton olduğu gözönüne alınırsa, bölgenin cazibesinin boyutları kendiliğinde ortaya çıkar. Petrolün dışında stratejik önemi olan uranyum, volfram, yakut, elmas, altın, doğalgaz yatakları bakımından da oldukça zengin olan bölgede, her türlü sebze, meyva ve endüstri ürünleri tarımı yapılmakta, büyükbaş ve küçükbaş hayvan ile kümes hayvanları üretimi de dünya standartlarının üstüne çıkmaktadır.
Amerikalı uzmanın üzerinde durduğu herhangi birşeye sahip olmayan 130 milyon insanın yaşadığı, potansiyel bir market, TÜRK DÜNYASI içinde yeralmaktadır. Buraya mal satmak arzusunda olan bütün ülkeler, dikkatlerini bölgeye çevirmiş durumdadırlar.
TÜRK DÜNYASI, stratejik açıdan da büyük önem taşımaktadır. Hür dünya ülkeleri Çin’in gelişmesinden ve bir tehdit unsuru haline gelmesinden endişe etmektedirler. Çin’in en kolay gözlenebileceği yer, Çinle sınırı olan Kırgızistan ve Kazakistan’dır. ABD bunu çok önceden bildiği için gerekenleri yapmakta ve bölgeye özel bir önem verdiğini Kırgızistan’a sağladığı ekonomik yardımlarla göstermektedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bölge büyük önem taşımaktadır. Bugün bölgede, Türkiye-İran ve Rusya’nın görünen, ABD, Türkiye, İran ve Pakistan’ın görünmeyen mücadelesi devam etmektedir. ABD Rusya’ya yaptığı ekonomik yardımlarla Rusya’yı yeniden ayakları üzerinde durabilecek hale getirmiştir. Türkiye’nin bölgede nüfus kurmasına ise pek sıcak bakmamaktadır. Yale Üniversitesi profesörlerinden Firuz Kazemdeh’in de kongreye tavsiyesi bu yöndedir. Kazamzadeh kongre alt komisyonunda yaptığı konuşmada “Ayrıca, bu işte Türkiye’yi desteklemenin “Amerikan Arabasını Türk Yıldızına döndürmenin” çok tehlikeli olacağı kanaatindeyim, zira, bu hemen Tacikistan’ı kışkırtacak ve İran’ın direnişini uyandıracak olan Pan-Turanizm fikirlerini akla getirecektir.” diyen Kazemzadeh, uzman olarak tavsiyesini yapmaktadır. Bu durum elbette Rusya’nın işine yaramaktadır. Burada aklımıza Rusya ile ABD’nin daha önce yaptıkları gibi, gizli bir anlaşma ile nüfuz sahalarını yeniden belirledikleri gelmektedir. Çünkü, Elçi Bey döneminde paylaşılan Azerbaycan petrollerinde ABD’nin üç şirketinin payı %21.3 iken, Aliyev döneminde %49.3’e yükseltilmiştir. Tunguz bölgesinde çalışmasına izin verilmeyen Mobil, daha sonra Tunguz bölgesi petrollerinin neredeyse %50’sine sahip olmuştur. Bu işlerin hemen akabinde Rusya Çeçenistan’a silahlı müdehalede bulunmuş, başbakan Çernomerdin Kazakistan’da Nazarbayev’e, eski Sovyetler Birliği’nin yeniden kurulmasını teklif etmiştir. Rusya, ABD’nin petrol paylarına nasıl sesini çıkarmamışsa, ABD de Rusya’nın müdehalelerine sesini çıkarmamıştır. Bu olaylar, iki ülkenin mahiyetini pek bilmediğimiz ikili bir anlaşma yaptıkları ihtimalini yükseltmektedir. ABD’nin Rusya ile ikili bir anlaşma yapmış olma ihtimali ne kadar yüksek ise de, yine de yanıltıcı yönleri olabilir. Bir kere ABD dünya pazarında hiçbir surette rakip kabul etmez. Rusya’yı şu anda rakip görmese bile, Rusya’nın ileride ciddi bir rakip olacağını da çok iyi bilmektedir. Bu bakımdan dizginleri elinde tutmayı düşünmektedir. Arada bir Kongre’de bazı senatörler “Biz Orta Asya’daki tüm demokratik hareketleri, ister laik, ister anti-laik hepsini desteklemeliyiz. Amacımız demokrasidir" diyerek Rusya’ya gözdağı vermektedir. Yani Rusya’ya tüm cumhuriyetlerdeki Rus karşıtı, milliyetçi, dinci hareketleri destekleyerek, kolunu kesebiliriz demekte ve Rusya’yı istediği biçimde yönlendirebilmektedir. Bu bakımdan insiyatif halen ABD’nin elindedir. İstediği tarafa ağırlığını koyabilir. Görünen o ki, herşey iradesi dahilindedir. Bugün demokrasinin bekçisi olan ABD, cumhuriyetlerde diktatörlerle kolkola girebiliyor ve demokrat muhalefet güçlerine destek vermiyorsa, bunun sebebi Rusya’dan sağladığı önemli menfaatlerdir. Yarın ne olacağı kesin olarak bilinmemektedir. Menfaatlerin ön planda olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu sadece ABD için geçerli olan bir yöntem değildir. Bütün Batılı ülkeler aynı tarzda hareket etmektedirler. Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov Hollanda’yı ziyaret ettiği zaman, Kerimov’un başbakanla ve kraliçe ile görüşmesi Hollanda’da bazı tenkitlere sebeb oldu. Tenkitçilerden Hollanda’nın en ciddi gazetesi NRC Handelsblad gazetesinin yazarlarından Hubert Smeets “İslam Kerimov sıradan biri değildir. O muhalefete parlamento kapılarını kapatan ve hoşuna gitmeyen muhalefet liderlerini yurt dışından kaçırarak geri getiren biridir.... Kerimov’un insan haklarını hiçe sayan bu davranışları O’nun Hollanda için önemini azaltmaz. Kerimov, pamuk, petrol ve altın parasına sahiptir ve Hollanda ile iş yapmak istemektedir. Önemli olan Hollanda’nın menfaatidir. Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Kerimov’a bu konuda yardımcı olabilirler. Fakat bu işe kraliçeyi karıştırmak pek lüzumsuz gibi...” demektedir. Yani bütün amaç, Hollanda’nın menfaati ve Orta Asya’dan bir pay kapmak istemesidir. İnsan hakları, demokrasi önemli değildir. Batı budur. Pay kalmadığı zaman, Batı da elini herşeyden çekecek, yeni pay kapabileceği bölgelere yönelecektir. Bunun için yarın ne olacağını kimse bilemez diyoruz.
TÜRK DÜNYASI'NDA MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ
Ruslar’ın, Çar İvan Grozni’den başlayan ve I.Petro döneminde sistemleştirilen bir politikaları vardır. Bu politika “Sıcak denizlere inmek” şeklinde özetlenebilir. Yayılmacı bir politikadır. Çar İvan Grozni’nin, Batıya ve Güneye doğru yayılması, o günün şartları altında mümkün değildi. Batısında ve güneyinde devrin en güçlü devleti Osmanlı İmparatorluğu vardı. Bu büyük gücün varlığı İvan Grozni’yi doğuya yönelmeye mecbur etti. Doğuya giderken takip edebileceği iki yol vardı. Hazar Denizinin güneyine inerek, İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşmak yahut Hazar Denizinin kuzeyinden İdil (Volga) boyunu takip ederek Orta Asya’ya ulaşmak. Birinci yolda İran gibi güçlü bir devletin olması, ikinci yolun tercih edilmesine sebeb oldu. Ve Ruslar bu yoldan hareket ederek, 1551’de Çuvaşistan’ı, 1552’de Tataristan’ı işgal ettiler. Daha sonraları Sibirya üzerinden Orta Asya’ya indiler. 1800’lü yıllarda artık Orta Asya’nın işgali için bir engel kalmamıştı. Dağıstan’da Şeyh Şamil direnişinin kırılması ile boş kalan ordularını Orta Asya’ya yolladılar. Yedi Sular Bölgesinden Kırgızistan’a girerek kısa zamanda Orta Asya’yı ve son direnç noktaları olan Hivye, Hokand ve Buhara Hanlıklarını işgal ettiler.
Ruslar’ın bu yayılmacı emelleri ve zalim tutumları Türk topluluklarında büyük bir nefret ve dikkatle izlenmiştir. Rusların zalim davranışları, daha Çarlık Rusyası zamanında Milliyetçi hareketlerin doğmasına sebeb olmuştur. Rus İmparatorluğu içindeki Kırım ve Volga Tatarları, modern milliyetçilikten ilk etkilenen Türk İslam ulusları olmuşlardır. Onların sayesinde milliyetçilik, tüm Türk Dünyasına bir ideoloji olarak yayılma imkanı bulmuştur. Şeyh Şamil’in destanımsı mücadelesi, Kuzey Kafkasya halklarının hiç unutmadığı bir mücadele olarak nesilden nesile aktarılmış ve Kuzey Kafkasya’da milliyetçi hareketleri hep ayakta tutmuştur. Denilebilir ki, Kuzey Kafkasya Türkleri, hiçbir zaman Rusya’nın tam boyunduruğu altına girmemişlerdir.
Kırım Tatarlarından Gaspıralı İsmail Bey, Cafer Seyit Kırımer, Şah Cihan, Volga Tatarlarından Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Ayaz İshaki, Batulla Taymaz ilk aklımıza geliveren milliyetçi aydınlardır. Komünizmin Çarlık Rusyası ile olan mücadelesinde milliyetçiler bütünüyle Komünistleri desteklediler. Lenin’in “Halklara Özgürlük” sözü Türk Milliyetçilerinin Çarlık Rusyası’ndan kurtulma istek ve arzuları, onların komünistlerle birlikte olmalarına yolaçtı. Fakat komünistler ülkede hakimiyetlerini sağlamalaştırınca, bütün işbirlikçilerini yokettiler. M.Emin Resülzade, Hüseyinzade Ali Bey, Hüseyin Cavid, Ahmet Cevat, Sultan Galiyev, Zeki Velidi Togan gibi şahsiyetler ya öldürüldüler ya da ülke dışına kaçmak zorunda bırakıldılar. Bu arada Türkistan’da Korbaşılar, Kuşçubaşı Eşref Bey, Hacı Sami Bey gibi tecrübeli ittihatçılar tarafından organize edildiği için 1937’lere kadar mücadeleyi devam ettirdi. 1937’de son Korbaşı Şir Hikmet Bey’in ülkeyi terk etmesiyle bu hareket de sona erdirildi. Ve 1937 yılı, tüm Türk bölgelerinde milliyetçilerin hasadı bekleyen başaklar gibi biçildiği bir yıl olarak hafızalara nakş edildi.
İkinci dünya savaşı yıllarında bilhassa Kafkasya ve Kırım’da, Almanya destekli kurtuluş hareketleri ortaya çıktı. Almanların kurduğu Türkistan taburları, Ruslara karşı savaşa girdiler. Fakat Almanlar savaşı kaybedince, Kırım Tatarları, Karaçaylar, Ahıska Türkleri, Balkarlar ve Çeçenler özgürlük mücadelelerinin sonucunu çok pahalı bir şekilde ödediler. Stalin’in hışmına uğrayarak, çoluk çocuk, yaşlı genç bakılmadan, tümü yurtlarından alınarak, Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine, Sibirya’ya sürgün edildiler. Korkunç katliamlara, sonu gelmez acılara sebebiyet vermesine rağmen özgürlük mücadelesi hiç durmadı. Stalin celladının ölümünden sonra, Kruşov döneminde, Çeçenler, Karaçaylar, Balkarlar ve Kırım Tatarları’nın yurtlarına dönmelerine izin verildi. Tabii ki, bu dönemde ortaya çıkan ve bugün de özgürlük mücadelesine yılmadan devam eden Mustafa Cemil Kırımoğlu’nu burada anmamak hakka vefasızlık olurdu.
20.yy ikinci yarısından itibaren milliyetçilik kavramına “İnsan hakları” kavramı da eklendi. Mücadelenin boyutu böylece biraz daha genişletildi. Türk olmayan bir kısım halklar ve kişiler de, mücadeleye bu sayede destek verdiler. 1980’lere Brejnev’le gelen Sovyet toplumu, bu arada tankların, Çekoslovakya’daki özgürlük ateşini nasıl söndürdüklerini de gördüler. 1985 yılında Sovyetler Birliği’nin başına Mihail Gorbaçov geldi. Gorbaçov, sistemdeki aksaklıkların meydana getirdiği içinden çıkılmaz ekonomik bunalımın giderilebilmesi için, batılı ülkeler tarafından kendisine önerilen, (bilhassa ABD tarafından) reformlara başladı. Bu Sovyetler için sonun başlangıcı oldu. Oldukça hafif bir yumuşama gösteren rejim, Sovyetleri meydana getiren halkların kimlik arayışları ve isyanlarıyla karşılaştı. Artık Sovyetler Birliği’nin her tarafında milli kimlikleri için ayaklanan, hak arayan yüzlerce kuruluş ortaya çıktı.Önce Baltık ülkelerinde başlayan Halk hareketleri, diğer cumhuriyetlere sıçradı. Doğu Almanlar Berlin duvarını yıkarak, Batı Almanya ile kucaklaştılar. Dayanışma Sendikası Polonya’da iktidarı ele geçirdi. Azerbaycan’da Halk Cephesi, Özbekistan’da “Birlik” Hareketi açık bir şekilde komünistlere karşı verdiği özgürlük mücadelesini meydanlara taşıdılar. Bu arada bölgesel kimlik çatışmaları da görülmeye başladı. Abhaz-Gürcü, Moldovan-Gagavuz, Ahıskalılar-Özbek, Kırgız-Özbek, Moldovan-Rus gibi.... Bu dönemde Sovyetler Birliği, tam bir, kaynayan cadı kazanına dönmüştü. Ortaya çıkan olayların sebebi, yaratılmak istenen Sovyet insanı ve unutturulmaya çalışılan milliyetlerdi.
Bu kargaşa ortamında Türk Cumhuriyetlerinde ve Türk bölgelerinde Milliyetçi, özgürlük mücadelesi veren kuruluşlar filizlendi. Bunlar;
- Azerbaycan Halk Cephesi
- Özbekistan "Birlik" Halk Hareketi
- Kazakistan Alaş-Orda Hareketi
- Türkmenistan Ağız “Birlik” Hareketi
- Kırgızistan Alaş-Başan Hareketi
- Tataristan Özek Cemiyeti
- Çuvaş Kalkınma Partisi
- Türk Halkları Asamblesi
- Türk Dünyası Gençler “Birliği”
- Kırım Milli İttifak Hareketi
- Balkarya Töre Teşkilatı’dır.
MİLLİYETÇİ HAREKETLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin çıkış sebebi bütün halk hareketlerinde olduğu gibi, sosyal, ekonomik ve siyasidir. Tabii ki, bölgesel şartları da dikkate almak gerekir. Bu sebepler incelenirken, bölgesel şartlar yeri geldikçe incelenecektir.
1. SOSYAL SEBEPLER
Siyasi bir sistemin, adı ne olursa olsun, çökmesinde sosyal sebeplerin büyük bir yeri oluğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. İnsanın sosyal bir varlık olması, onun bir takım sosyal ihtiyaçlarının olduğunu gösterir. Bu ihtiyaçlar, giderilemediği takdirde, bazı hadiselerin ortaya çıkması tabiidir. Sovyetler “Birliği” getirdiği sistem ile, insanın sosyal olma özelliğine ters düşen davranışların yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Mesela; ailenin kutsal bağlarını zayıflatılması, yalancılık, sahtekarlık.... gibi olayların artması cemiyette bir tepkinin doğmasına sebep olmuştur. Sosyal sebep dediğimiz, oluşumları şu şekilde toparlamak mümkündür.
- Toplumun temel direği olan dini ve ahlaki değerlerin çökertilmesi,
- Hırsızlık, suistimal, yalancılık ve rüşvetin yaygınlaşması,
- Kutsal aile bağlarının zayıflatılması,
- Verilen sözlerin tutulmayışı,
- Türklerin ikinci sınıf vatandaş sayılması,
- Kollektivizm.
DİNİ VE AHLAKİ DEĞERLERİN ÇÖKERTİLMESİ
Dünya üzerindeki bütün dinlerin amacı; insanları bir ve beraber olarak mutlu ve refah içinde, sevgi ve saygıya dayalı bir hayat anlayışında birleştirmektir. Yani din, cemiyetin intizamlı bir hayat sürmesi için gerekli olan bir takım kaideler toplamıdır. Sevgiyi, dürüstlüğü, saygıyı, insani vazifeleri verirken, yalancılığı, haksızlığı, zulmü, adaletsizliği reddeder. Toplumun, kardeşçe yaşamasını emreder.
Komünist sistem, bütün bu güzelliklere karşı, kendi geliştirdiği sistemin kaidelerini monte edebilmek için, dini reddetmiştir, Allah’ı inkar etmiştir. Ve hakimiyeti altındaki bölgelerde dini ibadet yapılmasını yasaklamıştır. İnanılacak tek değer olarak, Allah’ın yerine kendisini koymuştur. Ana okullarından başlayarak, üniversitelere kadar “Evrensel Din” adıyla komünizm eğitimi verilmesini zorunlu kılmış, dini ve ahlaki değerleri; kapitalistlerin, sermaye sınıfının, bir yutturmacası olarak gösterip, yok edilmesi için savaşmıştır. Devletin gücüyle, polis baskısıyla bu emeline de eriştiğini söyleyebiliriz. Toplumu meydana getiren fertlerin, ihtiyacı olan dini ve ahlaki eğitimin verilmeyişi, Sovyetler "Birliği”’nde sosyal çalkantılara sebep olmuş ve “Homo Sovyetekus” adını verdiğimiz yeni bir insan tipi ile dünyayı tanıştırmıştır. Bu insanda Allah korkusu yoktur. Bu insanda dini ve ahlaki hiç bir değer yoktur. Bu yüzden bu insan; yalancıdır, sahtekardır, acımasızdır, bencildir, hırsızdır, insani ilişkileri zayıftır, korkaktır. Bu tip insanların ortalığı kaplaması elbette toplumda bir takım tepkilerin, karşı koyuşların ortaya çıkmasına sebep olacaktı. Çok hafif bir yumuşama döneminde, halkın ayaklanması bunun göstergesidir.
HIRSIZLIK - SÜİSTİMAL - YALANCILIK VE RÜŞVETİN YAYGINLAŞMASI
Komünist sistemin yetiştirdiği ve yukarıda özelliklerini saydığımız insanların idare ettiği bir cemiyette, hırsızlığın, suistimalin, yalancılığın ve rüşvetin yaygınlaşması kadar başka bir doğal gelişme beklenemezdi. Artık herkes, birbirine yalan söylemeyi, birbirini kandırmayı, birbirini soymayı, rüşvet alıp vermeyi doğal birer olgu olarak karşılamaya başlamıştı. Yani cemiyet tefessüh ediyordu. Cemiyetin bu başıbozukluğu, insanlardaki bozuk olanı değiştirme iç güdüsünü harekete geçirdi. Rüşvetten, hırsızlıktan, yalancılıktan, suistimallerden bıkan geniş kitleler, önceleri fiskos halinde çıkan seslerini yumuşama döneminde yüksek sese çevirdiler. Ve bunların önlenmesini talep ettiler. Fakat, bunların sistemin bir gereği olduğunu bilmedikleri için, düzelmesini bekleyip durdular. Sistem değişmediği sürece, bu çirkinliklerin devam edeceğini bilenler ise sistemin değişmesini talep etmeye başladılar. Ebülfez Elçibey “Rüşvet, suistimal, yalancılık, hırsızlık komünizmin gayri sahih çocuklarıdır. Komünizm bitmeden, onların bitmesi mümkün olabilmez” diyor. Komünist Partisi’ne üye olmadan yükselmek, bir mevkii sahibi olmak, rahat yaşamak, para sahibi olmak mümkün değildi. Komünistler de bunu bildikleri için, alınacak yeni üyeleri partiye rüşvetle kaydediyorlardı. Partiye girenler daha sonra, bir göreve de rüşvetle geçiyorlardı. Partiye girerken, yeni bir göreve başlarken rüşvet veren bir insanın, daha sonra verdiklerini toplaması kadar tabii bir şey herhalde olmaz. Ebülfez Elçibey “Rüşvet bu imparatorluğu mutlaka dağıtacak” diyor. Başka hiç bir sebebe dokunmadan, rüşvetin imparatorluğu dağıtacağını söylemesi, rüşvetin ulaştığı boyutları göstermesi açısından ilginçtir. Halkın en büyük sıkıntısı rüşvetin önlenmemesiydi. Komünistlere karşı başlatılan mücadelelerin baş söylemi “RÜŞVET”ti. Rüşveti yok edeceğini söyleyen bir hareket, halktan büyük destek alıyordu.
AİLE BAĞLARININ ZAYIFLATILMASI
Komünistler, cemiyetin yapısı içinde ailenin rolünü çok iyi biliyorlardı. Kendi sistemlerinin yerleşebilmesi, aile terbiyesinin verilmemesi ile sağlanabilirdi. Bu yüzden, aileyi meydana getiren ana ve babayı çocuktan ayrı tutmak birinci vazifeleri olarak biliniyordu. Anne ve baba çalışmaya mecburdu. Çocuklar ana okullarına bırakılıyor, orada sistemin parçaları tarafından eğitiliyordu. Böylece çocuk, ana baba şefkatinden, aile terbiyesinden yoksun olarak yetişiyor ve gelecekte partinin sadık bir bendesi oluyordu.
Sovyet sisteminde evlenme ve boşanma çok kolay bir hale getirilmişti. Bugün evlenen, ertesi gün boşanabilirdi. Belki gelenek, belki sovyet hukuk sistemi çocuğun sorumluluğunu anneye yüklüyordu. Evlenmeden çocuk sahibi olmak devlet tarafından teşvik ediliyordu. Üniversite ve fabrika yurtlarında kadın-erkek aynı katları paylaşıyor, cinsi münasebette bulunabiliyorlardı. Böylece neseb-i sahih milyonlarca çocuk ortaya çıkıyor ve aile yaşantısından mahrum bir şekilde yetişiyordu. Bugün Tataristan bu neseb-i sahih çocukların problemini çözmek için uğraşmaktadır. Sorumsuz erkekler, daldan dala konuyor, daha önce beraber oldukları kadınları çocukları ile başbaşa bırakıyor ve bir daha ne arıyor, nede soruyordu. İstenen; ailenin yok edilmesi, aile yerine komünist partiye bağlanmaktı. Tabii ki, bu durum, bazı insanların tepkisine sebep oluyordu. Bunlar daha sonraki yumuşama döneminde, düzeltilmesi gereken hususlar olarak ortaya getirildi. Ve yeniden aile hayatının canlandırılması talep edildi.
VERİLEN SÖZLERİN TUTULMAMASI
Komünistler, Çarlık Rusyası ile iktidar mücadelesi yaparken, desteğine ihtiyaç duydukları her kesime, bol bol vaatlerde bulunmuşlardı. Lenin “Halklara Özgürlük” “Her halk kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olacaktır”diyordu. Çarlık Rusyası’nın insanlık dışı davranışlarından bıkan Türk halkları, Lenin’in bu vaatlerine kanarak, komünistlerin safında yer aldılar. Uzun mücadeleler neticesinde komünistler iktidarlarını sağlamlaştırınca, bu vaatler unutuldu. Bu vaatleri hatırlatmaya cüret edenlerde acımasızca idam edildi. Ayrıca komünistler sistemlerinin, eşitlik ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağını, tüm halkların eşit olacaklarını söylemişlerdi. Fakat uygulamaları, Türk Halklarını köle durumuna düşürünce, bu vaadde boş çıkınca, bunların sözlerine inanılmayacağı kesin olarak anlaşıldı. Bilhassa Stalin’in uygulamaları Türk Halklarında büyük bir nefretin doğmasına sebep oldu. Verilen sözlerin tutulması daha sonraki dönemlerde talep edilir hale geldi.
TÜRKLERİN İKİNCİ SINIF VATANDAŞLAR SAYILMASI
Türk elleri, Çarlık Rusyası zamanından itibaren sömürgeleştirilmeye başlanmıştı. Bu dönemde Ruslar; bütün zenginlikleri sömürdükleri gibi, asimilasyon politikası izleyerek, Türk halklarını Ruslaştırmanın gayreti içindeydiler. Rusça tüm bölgelerde ortak ve mecburi dil haline getirilmiş, Rus adet ve gelenekleri empoze edilmeye başlanmıştı. Herhangi bir yerde iş bulabilmenin birinci şartı Rusça bilmekti. Hele biraz da, Rus adetlerine uygun hareket ederseniz şansınız yükseliyordu. Bu durum, tabii olarak yerli halkın tepkisini çekiyordu. Mekteplerde kullanılan eğitim dilinin Rusça yapılması, Azerbaycan ve Kazakistan’da şiddetli gösterilerin yapılmasına sebep olmuştu. Fakat Ruslar, bu protestoları şiddet kullanıp, anında bastırıyorlar ve başka ses çıkmasını önlüyorlardı. Ruslar tamamen efendiler, diğer halklar ise kölelerdi.
Bu durum Çarlık Rusyasından, Sovyet Rusyasına da aynen intikal etti. Ruslar, her zaman her yerde efendi millet, diğer halklar ise kölelerdi. Bir zamanlar Lenin’in Çarlık Rusyası için söylediği “Halklar hapishanesi” sözü, komünistlerin zamanında da geçerliliğini koruyordu. Hakim sınıf olan Ruslar, tüm hak ve hürriyetleri, en iyi şekilde kullanırken, zavallı esir halklar hiç bir hak ve hürriyete sahip olmadan köleler gibi yaşamaya mahkumdu. Ruslar, bilhassa Türklere, tüm yolları tıkamışlardı. Komünist Partisi’ne girenler dahi, belli bir yere kadar gelebilirlerdi. Oradan ötesi onlar için mümkün değildi. Mesela; orduda Türkler general olamazdı, partinin idari kadrosuna giremezdi, devlet veya şehir yöneticisi olamazdı. Ama mecburi askerlik yaparlardı, fabrikalarda işçi, usta, usta başı olabilirler, fakat fabrikanın yöneticisi olamazlardı. Bir ara Tataristan’da Tatarlar’ın Kazan’a gelip yerleşmeleri bile yasaklandı. Hatta emri yanlış anlayan yönetici, Tatarlar’ı gezmek için bile olsa Kazan’a sokmamıştı.
Efendiler, istediklerini yapabilirlerdi, fakat köleler, ancak efendilerinin izin verdiği işleri yapabilirlerdi. Efendiler, köleleri öldürme hakkına bile sahipken, köleler sadece çalışma ve üretme hakkına sahiptiler. kendi dilleri ile konuşamazlar, yazamazlar, kendi kültürlerini öğrenemezler, dinlerinde ibadet edemezler, istedikleri üniversitelerde okuyamazlardı. Bu ve benzeri uygulamalar, Türk halklarının Ruslar’dan nefret etmelerine sebeb oldu. Bu nefret o derece ileri boyutlara ulaştı ki, bağımsızlığın ilk günlerinde Kazakistan ve Özbekistan’da yaşayan Ruslar'a karşı, istenmeyen tarzda müdaheleler yapıldı.
Bağımsızlık ve demokrasi için yola çıkan bütün kuruluşlar, halkın Ruslar’dan nefretini çok iyi kullandılar. Örgütün ilk kuruluş sebebleri içinde bu müthiş nefret de saymak herhalde yanlış olmaz. Abdurrahim Polat, “Birlik”in ilk kurucularından Dedehan Hasan hakkında “Ruslar’dan nefret ediyordu ve müthiş bir Rus düşmanıydı. Onun için “Birlik”, sadece ve sadece, Ruslar’a karşı duyduğu nefretin açıkça ifade edilebileceği bir kuruluştu” diyor. Bu duygunun getirdikleri, elbette götüreceklerinden fazlaydı. Halk Rus karşıtı bir politikaya büyük prim veriyordu. Bu onun için kendi ülkesinde efendi olmak demekti. Yüzyıllar boyunca süren köleliğe son vermek demekti. Bu yüzden milliyetçi kuruluşların peşinden milyonlar gitti. Bu dönemde komünistler dahi, şekil değişikliği yaparak, Ruslar’dan, o hayran oldukları Ruslar’dan uzak durmayı, politikalarına uygun hale getirdiler. Hatta İslam Kerimov, bir genelge yayınlayarak Özbekçe öğrenmeyen Ruslar’ı devlet işlerinden çıkarılacağını duyurdu. İşte tam bir politika değişikliği örneği...
KOLLEKTİVİZM
Türkler, tarihin hiçbir döneminde, devlet köleliği demek olan kollektif bir ekonomik sistem altında yaşamadıkları için, komünistlerin uyguladığı Kollektivizme en fazla direnen halklar olmuşlardır. Bilhassa Stalin döneminde yaygınlaştırılan bu anlayış sonucunda, toprağını, evini, bağını, bahçesini, yerini, yurdunu kaybeden milyonlarca insan, bir takım hareketlere girişmişlerse de, çok şiddetli ve acımasız bir tepkiyle karşılaştıkları için pek fazla etkili olamamışlardır.Tüm Sovyetler “Birliği”’nde kollektiv çiftliklerin en uzun zamanda ve en güç şartlarda kurulduğu bölgeler, hep Türk halklarının yaşadığı bölgeler olmuştur. Hatta bazı bölgelerde, mesela, Tataristan, Başkurdistan ve Kırgızistan gibi yerlerde, komünistler devlet Kolhozlarının yanında bazı özel çiftlikler kurulmasına izin vermişlerdir. Bu görülmemiş uygulamanın sebebi, karşılaşılan şiddetli direnişti.
Herşeyin kollektif hale getirilmek istenmesinin doğurduğu tepki, son zamanlara kadar hiç eksilmeden sürüp gelmiştir. Türk halklarının yaşadıkları toprağa olan bağlılıkları, ailelerine duydukları sevgi ve saygı, ve bir şeye sahip olma istekleri, kollektifleştirme çabalarına karşı çıkmalarının önde gelen sebepleridir. Ve bu sebepler, yumuşama döneminde bir talep olarak yöneticilerin önlerine getirildi. Tabii ki, bu talepler reddedildi. o zaman da halk günün moda tabiri özelleştirmeden bahseden kuruluşlara, belki kaybettiklerini geri alabiliriz düşüncesi ile destek verdiler.
2. EKONOMİK SEBEPLER
Toplumsal hareketlerin en önemli sebeplerinden birisi de ekonomik sebeplerdir. insanoğlu yaradılışı itibariyle, hep iyi ve güzel şeyler ister. İsteklerini sıraya koyarsak; yeme-içme, rahat yaşama, güvenlik içinde olma şeklinde bir sıralama yapmak mümkündür. Yeme-içme ve rahat yaşama arzusu tamamen ekonomiktir. Karnını doyuramayan, rahat bir ortamda yaşayamayan insan için, devletin varlığı hiçbirşey ifade etmez. Ona, vatan, millet, bayrak, komünizm, sosyalizm, faşizm hiç bir şey anlatmaz. Kim karnını doyurmasına, rahat yaşamasına yardım ederse, o, hiç bir ideolojik yönüne bakmadan, o cephede yerini alacaktır. Bu yüzden bütün iktidarların ilk işi, insanın karnını doyurmasına ve rahat bir hayat sürmesine yetecek tedbirleri almaktır. Eğer bu tedbirler alınmazsa, sosyal bir patlama gerçekleşecek, iktidarlar halkın gücü ile tepe taklak olacaklardır. Bunun farkında olan iktidarlar, bu yüzden bütün önceliği bu işe verirler. Ülkemizde Sayın Demirel’in “Herşeye dokunun, ama dört beyaza asla dokunmayın.” sözü, bu görüşün ifadesidir. (Un-tuz-şeker-kaput bezi, dört beyaz)
Elbette Sovyetler Birliği yöneticileri de bu işin farkındaydılar. 1945’te sona eren II. Dünya Harbi’nin hemen ertesinde, Batılı ülkelerden aldıkları çok geniş yardımlar sayesinde, bu ilkeye pek sadık kaldılar. 1960’lı yıllara kadar Sovyet insanı, rejimin bütün çirkinliklerine rağmen mutlu sayılabilirdi. Çünkü hemen herkesin işi ve aşı vardı. Yiyecek ve içecek maddeleri her yerde bulunabiliyordu. Küçük de olsa bir evi, çalıştığı bir işi olan bu insanların, fazla lüksü bilmediklerinden mutlu bir hayat sürdüklerini söylemek, herhalde yanıltıcı olmaz. Devlet kendi ürettiği malların fiyatını sabit tuttuğu gibi, ithal ettiği az miktardaki malların fiyatını da sübvansiye ederek sabit tutuyordu. Fakat, dünya son derece hızla gelişiyor, yeni teknolojiler üretimin artmasını ve daha kaliteli malların ortaya çıkmasını sağlıyordu. Uluslararası ticari ilişkilerin artması çok uluslu şirketleri, onların varlığı da teknoloji değişimini ortaya çıkardı. Dünya milletleri yepyeni ve çok kaliteli mallarla, daha rahat yaşama imkanına kavuşurken, Sovyetler Birliği bu gidişe ayak uyduramadı ve ekonomik bir bunalıma sürüklenmeye başladı. Ekonomik bunalımın sonucu da yumuşama ve yeniden yapılanmayı gündeme getirdi. Yumuşama ve yeniden yapılanma isteğinin sebepleri, ekonomik olduğu için, biz bunları ekonomik sebepler başlığı altında incelemeyi uygun görüyoruz. Bunları, durmadan artan askeri harcamalar, başka ülkelere giden K.G.B harcamaları, Bürokrasinin ağır ve hantal yapısı, eskiyen teknolojinin yenilenmeyişi, daralan pazarlar, üretimin düşmesi, maliyetlerin yükselmesi şeklinde tasnif etmek mümkündür.
ASKERİ HARCAMALARIN ARTMASI
Sovyetler Birliği kurulurken, bütün dünyanın bir gün komünist olacağı ve liderliğini de Sovyetler Birliği’nin yapacağı tezi üzerine kuruluşunu oturtması, ona yakın gelecek için birtakım imkanlar sağlarken, uzak gelecek için ise dezavantajlar getirdi. Dünya liderliğine soyunan bir devletin, silahlı kuvvetlerinin çok güçlü olması gerekir. Çünkü, güçsüz ve zayıf ülkeler, bu büyük gücün karşısında, savaşmadan bir takım tavizler verirler. Sovyetler “Birliği”, bu kozu her zaman kullanmak zorundaydı. Bu yüzden çok büyük ve güçlü bir orduyu beslerken, ordunun modernizasyonunu da ihmal edemezdi. Bu yüzden ilk kuruluş yıllarına nazaran ordunun harcamaları olağanüstü artmıştı. 1964 yılında ordunun Çekoslovakya’ya olan müdahalesi Brejnev doktrinini de gündeme getirmişti. Bu doktrin esasında ordunun harcamaları da arttırıldı. 1979 Aralık ayında Afganistan’a giren Rus ordusunun Afganistan topraklarına gömdüğü milyarlarca dolar, ekonomik bunalımın belki de birinci sebebiydi. Hiçbir başarı elde edemeden geriye dönen Sovyet ordusunun, ekonomiye bindirdiği yük her türlü ekonomik dengeyi alt üst etti.
1960’lardan başlayarak, ABD ile uzay yarışına başlayan Rusya, ABD’nin tuzağına gelerek, hesapsız bir şekilde milyarlarca doları, bu sefer uzayın derinliklerine gömdü. Uzayda ABD ile yarışarak, dünyanın süper gücü olduğunu göstermeye çalışan Sovyetler Birliği, 1970’li yıllarda halkının temel gıda ihtiyaçlarını doğru dürüst karşılayacak bir ekonomik güce bile sahip değildi. Ekonominin bu durumunun bilinmesine rağmen, sırf prestij uğruna yapılan bu harcamalar, Sovyet Ekonomisini içinden çıkılmaz bir bunalımın eşiğine getirdi.
KGB HARCAMALARI
Sovyetler Birliği’nde sistemin bekçiliğini, koruyuculuğunu üstlenen, içte ve dışta faaliyet gösteren, en büyük ve en güçlü örgüt KGB’dir. KGB ulusal güvenlik teşkilatıdır. İçte rejim muhaliflerini izleme, bulma, yakalama ve yoketme görevi KGB’ye aittir. Dışta ise, casusluk faaliyetlerinin yürütülmesi, rejim aleyhtarlarının yokedilmesi, komünist dernek, parti ve teşkilatlara, kurtuluş savaşı verdiğini iddia eden komünist çetelere maddi ve manevi yardımlar yapılması bu teşkilatın göreviydi. Bu kadar kapsamlı görevleri üstlenen bu teşkilatta, yüz binin üzerinde adam çalışıyordu. Devlet içinde devlet olan KGB’nin kendine özel ve denetlenmeyen bir bütçesi vardı. Son dönemlerde patlak veren, Çekoslovakya, Polonya, Doğu Almanya, Kazakistan olayları, Afganistan savaşı, Afrika ve Güney Amerika’daki kurtuluş hareketleri, kuruluşun bütçesine çok ağır yükler bindirdi. Bütçesi yetmediği için, devlet bütçesine el attı. Böylece ülkenin ekonomik sıkıntıya düşmesinde önemli bir rol oynadı. Daha sonraları KGB belgeleri göstermiştir ki, sadece gizli veya yasal komünist partilerine harcanan para, milyarlarca doların üzerindedir. Dünyayı komünist yapma gibi çok iddialı bir tezin, faturası da çok ağır olunca, ekonomik bunalım kaçınılmaz oldu.
HANTAL VE AĞIR İŞLEYEN BÜROKRASİ
Sovyetler Birliği, bürokrasisi en yoğun ve karmaşık yapıya sahip bir devletti. Tüm üretim araçlarının devletin kontrolünde olması ve merkezden yönetilmesi, büyük bir bürokrat kesimin ortaya çıkış sebebidir. Sovyet devlet yapısı incelendiği zaman hayret verici bir yapılanma görülür. 16 milyon km2 büyüklüğündeki bir ülkenin, en uç noktasında kurulması gereken bir fabrikanın, merkezi planlama teşkilatından onay alması ve bu onayla polit büroya başvurarak kuruluş izni alması gerekmektedir. Basit gibi görünen bu olayı, sadece polit büro onayı için yılların gerektiğini söyleyerek anlatırsak, ne kadar güç bir iş olduğunu herhalde anlayabilirsiniz. Bir kere, binlerce, on binlerce onay alınacak mesele olduğunu ve polit büronun haftada iki defa o da ikişer saat çalışarak onay verdiğini söylersek, işin vahimliği kendiliğinden ortaya çıkar. Bir fabrikanın kurulması onayının binden fazla yazışmayı gerektirdiğini Azerbaycan Planlama Dairesi Başkanı Kerem Garayev Ali oğlundan duymuştum. Bu şartlarda, sanayi tesisi kurmak ve üretilen malları pazarlamak korkunç bir işkence halini alıyordu. Mesela; Tataristan’ın Çallı şehrinde kurulan büyük kamyon fabrikasının yapımı tam 46 yıl sürmüştü. Bu kırk altı yıl içinde kamyon motorlarında, kasasında, tekerleklerinde, aks ve dingillerinde iki-üç defa teknoloji değişimi sözkonusu olmuştur. Ama Çallı’daki fabrika kamyonları yine 46 yıl öncesinin teknolojisi ile üretiyor. Aynı şekilde Çuvaşistan’ın Çeboksarı şehrinde kurulan büyük traktör fabrikası da 37 yılda üretime başlayabilmiş, birkaç yıl sonra eskiyen teknolojinin yerine yeni teknoloji getirilmesi içinAlmanya ile bir ortaklık kurulmuş ve fabrika reorganizasyon dolasıyla kapatılmıştır.
Bürokrasinin ağır ve hantallığı ithalat ve ihracat rejimlerinde de kendisini çok fazla hissettirdiği için, mal alamaz ve mal satamaz duruma düşen Sovyetler Birliği, büyük sıkıntılara girmiştir. Bugün Sovyetler’den ayrılan bütün cumhuriyetlerin gümrük rejimini değiştirmeye çalışmaları, devleti yeniden yapılandırmak için uğraşmaları, bürokrasinin azaltılması ve hızlı bir yapıya kavuşturulması içindir. Artık, onlar, dış dünya ile temasa geçtiklerinden, aksaklıkları görmeye başlamışlardır. Bir pasaport alabilmenin, bir dergi veya gazete çıkarabilmenin,bir işe girebilmenin, bir araba veya ev sahibi olabilmenin, ne büyük bir bürokratik işkence olduğunu ancak bu işi yaşayanlar bilir.
ESKİYEN TEKNOLOJİNİN YENİLENMEMESİ
Sovyetler Birliği’nde sanayi tesisleri, oldukça geniş bir alana yayılmış, çok büyük fabrikalar ve küçük fabrikalar şeklinde organize edilmiştir. Büyük fabrikalarda 80-100 bin, küçük fabrikalarda ise 5-35 bin arasında işçi çalışmaktadır. Uçak fabrikaları, otobüs, kamyon, otomobil fabrikaları, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinası fabrikaları, optik aletler fabrikaları, kimya tesisleri, petrol arıtma tesisleri, tekstil fabrikaları, gemi tezgahları, harp sanayi tesisleri gibi, sanayinin her dalına hitap edebilecek tesislere sahip olan Sovyetler Birliği, bürokrasinin yüzünden malesef, bu tesisleri tam manasıyla işletememiş ve yenileşen teknolojiyi fabrikalarına monte edememiştir. Bu tesislerdeki üretim miktarı, batı standartlarına göre oldukça düşüktür. Mallar pahalı ve kalitesizdir. Bunun elbette çok çeşitli sebepleri vardır. Fakat en başta fabrikaların tümünün devlet malı olması ve profesyonel bir şekilde işletilmemesini saymak gerekir. Fabrikaların yöneticileri devlet memurudur. Oraya ya iltimasla , ya da rüşvetle gelmiştir. Önce kendi geleceğini garanti altına alacaktır.Göreve gelirken bir üretim hedefi ortaya koyduğu için, kağıt üzerinde bu hedefi tutturacak, hatta geçecektir. Fakat gerçekte üretim çok aşağılarda seyretmiştir. Yönetici için bu problem teşkil etmez. Malları gönderdiği kimselerle, çıkar üzerine bir anlaşma sağlayarak, malların sayısını yüksek gösterir ve aradaki farkı, fabrikadan karaborsa ile sattığı malların parasından karşılar. Bu durum aynıyle sabittir. İkinci husus, fabrikalarda eski teknoloji kullanılmasıdır. Sovyetler “Birliği”, ilim ve teknolojide batının çok gerisinde kalmıştır. Batının benzer tesislerde uyguladığı teknolojiden habersizdir. Bu yüzden malları kalitesiz, gösterişsizdir. Üretim düşüktür. Bu yüzden de pahalıdır. Dünya piyasalarında satış şansı yoktur. Ancak uydu ülkelere ve iç pazara satabilmektedir.Tabii ki bu durum Sovyetler “Birliği”’ni döviz darboğazına sokmuştur. Ülke ihtiyacı olan malları alamaz duruma gelmiştir. Sonuç ekonomik sıkıntılar ve bunalımdır.
ÜRETİMİN DÜŞMESİ - MALİYETLERİN YÜKSELMESİ - DARALAN PAZARLAR
Ağır ve aksak işleyen bir bürokrasinin elinde oyuncak olmuş sanayi tesislerinin; eski teknoloji kullanmaları, işletme yönetiminin olmayışı, çeşitli yolsuzluklar, işçilerin belli bir hedeflerinin olmayışı, satışların düşmesi, stokların artması gibi sebepler yüzünden istenilen düzeyde bir üretim gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Aynı sebeplerden dolayı maliyetler yükselmiş, devlet iç pazarda sübvansiyon yaparak, maliyetin yükselmesini tüketiciye yansıtmamaya çalışmıştır. Bu yüzden bütün fabrikalar zarar etmeye başlamıştır. Üretim düşük, kalitenin iyi olmayışı yüzünden dış satım imkanları da oldukça azalmıştır. Dünya ülkeleri Sovyet mallarını, pahalı ve kalitesiz, kaba buldukları için batı ülkelerinin mallarını tercih etmişlerdir. Bu durum Sovyetler Birliği’nde katma değer artışının reel olarak düşmesine, stokların artmasına sebep olmuştur. 1985 yılında Sovyetler Birliği’ndeki katma değer artışının %60’ı stoklardaydı. Aynı yıl Japonya’nın stok miktarı bir günlük üretimi kadardı
Sovyet ekonomisinin bu durumu, insanları yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu arada iyi söylemlerle ortaya çıkan kuruluşlar, başarı sağlamış ve iktidarların değişmesine, bazen de durumun iyileştirilmesi için çalışmalar yapılmasına sebep olmuştur. Gorbaçov’un; elindeki ekonomiyi düzeltmek için başladığı reformlar, belki Sovyetlerin sonunu getirdi ama, bugün görülüyor ki, Rusya Federasyonu için bir kurtuluş olmuştur.
3. SİYASİ SEBEPLER
Türk Dünyasında milliyetçi hareketlerin doğmasına ve gelişmesine imkan veren sebeplerin en önemlisi, hiç şüphe yoktur ki, siyasi sebeplerdir. Türk Milleti bağımsız yaşamayı ilke olarak benimseyen milletlerden biridir. Hatta bağımsız yaşamadıktan sonra ölmeyi tercih edebilecek bir yapıya sahiptir. Bu yüzden M.Kemal Atatürk “Bağımsızlık benim karakterimdir”, “Ya istiklal ya ölüm” demiştir. Türk Dünyasında yer alan Türk Halkları da aynı duyguyu paylaştıklarını ele geçen her fırsatta göstermişler, Rus işgalinden kurtulabilmek için, ölümü göze alarak mücadele etmişlerdir. Bağımsız yaşama arzusunun devamlılığı hareketlerin kuruluş sebeplerinin başında gelmektedir. Bu tesbiti yaptıktan sonra siyasi sebepleri incelemeye geçebiliriz. Çünkü bu duyguya sahip olmayan toplulukların, bu şekilde bir hareketi kurmaları ve geliştirmeleri düşünülemez.
Siyaset kelime manası bakımından “İdare etme, yönetme isteğini fiile geçirebilme için yapılan iş ve hareket” şeklinde ifade edilmektedir. Manayı biraz daha genişletirsek; ülkeyi ve insanlarını; refah ve mutluluk içinde yaşatmak, dünya ülkeleri içinde hür ve müstakil kılmak, refah seviyesini devamlı yükseltebilmek için, ülke içinde ve dışında yapılan iş ve hareketlerdir, diyebiliriz. Tüm dünyada siyaset, yani politika bu işler için yapılır. Yüksek idealler, ancak elde organize bir gücün bulunması ile başarılır. İnsan topluluklarındaki en organize güç devlettir. Yani politika devleti ele geçirmek, bu yüksek idealleri gerçekleştirmek maksadıyla yapılan iştir. Bu işin temeli halkın mutluluğudur. Devleti meydana getiren kurumlar, (adliye; polis, jandarma, ordu, üretim tesisleri, v.s.) iyi işletilirse ancak hedefe ulaşılabilir. İşte bu kurumlar, devletin yapısını, gücünü, kudretini meydana getiren organize güçtür. İnsanların hür yaşama arzularının gerçekleşebilmesi bu organize güce sahip olmakla mümkündür. Mesele bu organize güce sahip olabilmektir.Bu yüzden politika yapılır, bu yüzden askeri darbeler yapılır, bu yüzden isyanlar çıkarılır. Türk cumhuriyetlerinin yayıldığı coğrafyada, Rus işgallerinin başladığı ilk yıllardan 1937’lere kadar isyanlar çıkması, hür yaşama arzusunu fiile geçirecek, organize güce ulaşmak içindi. Fakat bu yolla hedefe ulaşılamadı. 1990’dan itibaren politika yaparak, organize güce ulaşma isteği gündeme gelmiş ve siyasi, milliyetçi hareketler ortaya çıkmaya başlamıştır.
30 Mayıs 2008 Cuma
TÜRK DÜNYASI'NIN YERİ
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder